KOZYATAĞI: YAZ AKŞAMI GİBİ BİR SEMT

İstanbul un en sevdiğin semti neresi diye sordular bana. Üç gündür düşünüyorum. On beş yıl dolu dolu her şeyiyle yaşadığım şehrin en sevdiğim yeri neresi diye. Aklıma gerçekten üzerinen satılar dolusu yazı yazabileceğim bir semt gelmiyor. Orada yaşadığım süre boyunca, gün gün koca şehrin nasıl da kötüye gidişini anlatmak geliyor. Çok doluyum ve kırgınım aslında İstanbul a karşı. Bu şehre çalışmaya gelen tayfayız biz. Sonra da hayatımızı bu şehirde kurduk. Yani elimiz ekmek tutarken İstiklal Caddesi’nde hesaplıca para harcamalarımız oldu, Bon Jovi yi İnönü Stadı nda ağırlamışlığımız da var. Turist gibi gezdik bir çok yerini, yerlisi gibi de sokak sokak biliriz Gaziosmanpaşa’sını, Bağcılar’ını, Eyüb’ünü, Beylikdüzü’sünü, Kadıköy’ünü… Bekarlığı da tattık, her Cuma akşamı İmam Adnan’ın, Nevizade’nin değişik sokaklarında. Çocuksuz evliliği de tattık, turist gibi Şile’sine giderek. Tek çocuklu aile hayatını da tattık, zamanında elit denebilecek semtlerinden biri olan Beylikdüzü’nde hayat kurarak. İki çocuklu aile hayatını da tattık, Kozyatağı’nın ferah sokaklarında her parkı ve bahçeyi keşfederek.


İşte burada duruyorum şimdi. Çünkü böylesine dolu dolu yaşadığımız on beş yılın son beş senesini geçirdiğimiz Kozyatağı’na duyduğum özlem bana bir kaç satır yazdıracak galiba. Kozyatağı’na pandemi başlamadan sadece bir kaç ay önce yerleşmiştik. Kozyatağı, gösterişten uzak ama bir o kadar da özel bir yerdi. Sokaklarında dolaşırken buranın ne aceleye ne de rekabete yer verdiğini hemen anlardınız. Her şey yerli yerindeydi; insanlar ne fazlasını isterdi ne de azına razı olmaktan çekinirdi. herkese yer açan, ama kimseyi kendisine benzemeye zorlamayan bir semtti. Burası, kimseyi gözüne kestirmez ama her geleni de bağrına basardı. Burada hayat, bir yaz akşamının serinliğine benzerdi: kimseye üstünlük taslamaz ama herkese iyi gelirdi. İster yeni taşınmış olun, ister yıllardır burada yaşıyor olun, Kozyatağı’nda aynı şey hissedilirdi: sanki bu semt sizinle tamamlanıyormuş gibi. Komşular sabahın erken saatlerinde bahçelerinde çiçeklerini sularken, fırına ekmek almaya giderken birbirine selam vermeyi ihmal etmezdi. Kendi alışkanlıkları olan insanların olduğu bu semt seni de bir rutine zorlardı. Ama o rutin sizin istemeden içinde duracağınız cinsten bir rutin sanılmasın. Semtin ruhuna yaraşır, sizi tatlı tatlı özgünleştiren şeylerdi bunlar. Küçük bir butikten alışverişi adet edinmek, eve içebileceğiniz halde kahve ya da çayınızı sokaklardaki bir cafede içmeyi tercih etmek, mutlaka pazara gitmek, sokaklara serpilmiş ufak ufak sanat atölyelerinden birinden düzenli olarak ders almak, üretmek, akşam yürüyüşlerinizin rotasına Bağdat Caddesi ni mutlaka eklemek, dönerken de illa ki aynı şarküteriye uğrayıp yoğurdunu oradan almak. Kozyatağı’ndaki hayat, bir yandan sakin ama bir o kadar da tatlı bir ritimle akardı. Bütün bu sade ama unutulmaz rutinlerin şimdi hayatımda olmayışı, Kozyatağı’na duyduğum özlemi her geçen gün artırıyor. Orada yaşadığım yıllar, sanki bir yaz akşamının huzurunda toplanmış hatıralar gibi, beni hep aynı sıcaklıkla çağırıyor. Bazen gözlerimi kapatıp Kozyatağı’nı düşündüğümde o eski günlerin kokusunu yeniden hissediyorum; akasya ağaçlarının, yaz sıcağıyla ısınmış taş kaldırımların, bir de sokağı dolduran hayatın kokusunu... Şimdi başka bir yerde, başka bir ritimde yaşıyorum, ama kalbimin bir köşesinde hep o yaz kokusu duruyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar